“‘Rivayettir ki, Hacı Bektaş Horasini Kadesallahu Sırrehülazizin Salih adlı aziz ile mülakat olduğunu ayan ve beyan eder:
Bir vakit Sultan Hacı Bektaş Veli Kırşehirine varmışlar idi. Ol vakit Kırşehrinde Seyyid Salih adlı bir er var idi. Ol Seyyid Salih mezarı yakınında bir tekye dahi var meşhurdur. Kaya tekyesi derler. Bektaşi hanedir.
Hazreti Hünkar ve Ahi Evran Padişah Şeyh Süleyman ve İsa mücerred ve Seyyid Salih mezarı yerindeki halvette oturup sır sohbetini ederken meğer o aradan bir ırmak geçerdi. Ol ırmağın kurbaları ötmeye başladılar. Şöyle kim, erenlerin sohbetine onların öttüğü hali bi huzurluk verdi, incindirler. ’ (Hacı Bektaş Vilayetnamesi)
Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nde, Hacı Bektaş’ın Kırşehir’deki bu Kaya Şeyhi ile adı geçen noktada sık sık buluştuklarına değinilir ve böyle denir.
Bu rivayet ırmaktaki kurbağaların ötmesi, huzursuz olmaları ve Hacı Bektaş’ın keramet gösterip kurbanların sesini kesmesiyle devam eder. “Her kim bizi Şeyh edinse, onun şeyhi Hacı Bektaş Hünkar’dır. Her kim bizi görmek ister, Hacı Bektaş Hünkar-ı görsün” diyen Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli’ye olan sevgisini anlatır.
İşte, Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nde geçen ve Kırşehir’de Kayabaşı Mahallesinden ve Kılıçözü çayı’na yakın bir noktada yer alan ve halk arasında öteden beri ‘Kaya Şeyhi’ Türbesi diye nitelenen bu harabeye ilk defa, 1993de dönemin Belediye Başkanı Dr. Cahit Gürses tarafından dikkat çekilerek isabetle türbe mezar yapılmış yakın çevresi koruma altına alınmıştır
KILIÇ ARTIĞI TÜRKMENLERLE GİZLİ TEMAS
Bektaşilikle ve daha öncesinde Babailikle barışık olmayan Mevlevi kaynakları bile “Horasanlı Hacı Bektaş, Anadolu’da zuhur eden ve taraftarlarınca Baba Resul Allah denilen Baba Resul’un Halifesi idi.” diyerek Babailikten Bektaşiliğe uzanan sürecin, birbirlerinin ardılı olduklarını doğrular.
Yine Baba İlyas’ın çeşitli kuşaklardan torunu olan tarihçi Aşıkpaşa oğlu (Aşıkpaşazade) Hacı Bektaş’a ilişkin olarak aktardığı bilgilerde şöyle der:
“Bu Hacı Bektaş, Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadolu’ya gelmeye heves ettiler. Evvela doğru Sivas’a geldiler. O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler. Onun daha hikayesi çoktur. Bu Hacı Bektaş, kardeşiyle Sivas’a Sivas’tan da Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseri’ye geldiler. Menteş yine memleketine yöneldi. Hacı Bektaş, kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti. Onu şehit ettiler. Bunların hikayesi çoktur. Hepsini doğru haberle bilmişimdir. Hacı Bektaş, Kayseri’den Karahöyük’e geldi. Şimdi mezarı oradadır.”
Hacı Bektaş’ın Anadolu’da muhtelif zümreleri birleştirmek ve “Kılıç artığı” Türkmenlerini etrafında toplayarak Babailer’e yeni bir istikamet kazandırmak amacı güttüğü, Babai İsyanı’nın ardından uzun süre ortalıkta görünmediği, faaliyetlerine bir gizlilik kattığı hemen bütün tarihçilerin üzerinde birleştiği bir noktadır.
Nitekim, Babai ayaklanması’nın bastırılması Anadolu Türkmenlerini durdurmaya, onların söylemlerini unutturmaya yetmemiş. Kırşehirli Aşıkpaşa’nın dedesi Baba İlyas müritlerinden Horasanlı Hacı Bektaşı Veli, kendi adını taşıyan tarikat oluşumuna yönelmiştir.
Sözü edilen dönemde Hacı Bektaş’ın başlangıçta (Neredeyse Türk tarihinin en büyük Türkmen isyanında) Türkmen kıyımı’nın doruğuna ulaştığı 1240 yılından ve de sonrasında gelen Moğol istilası’nın vahşeti düşünüldüğünde, hem Selçuk sultanlığının, hem de Moğol istilasının hedefi haline gelen Hacı Bektaş’ın faaliyetlerine büyük bir gizlilik kattığını düşünmek hiç de hayal değildir.
HİKMET KIVILCIMLI VE KIRŞEHİR
“Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eserini henüz tamamlamadan önce Kırşehir Cezaevi’nde yatan, bu süre içinde sık sık idari izinle Kırşehir merkezini dolaşarak Kırşehir tarihine ilgi duyan ve araştırmalar yapan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, eserinde Kırşehir’e ilişkin olarak şu notları düşer:
“Osmanoğulları’nın kaçınılmaz başarıları daha başlamadan bütün kutsallıklar Osmanlılığın politik ve askercil örgütlenmesi uğruna ılgar ettiler. Bu ılgar edişin en büyük ve köklü iki sembolü Şeyh Edebâli ile Hacı Bektaş oldu. Bu iki adamın Osmanlı politika ve askerlik hayatında oynadıkları yaman rol önemsiz birer tesadüfmüş gibi konulur. Her insancıl olayda olduğu gibi burada da tarihcil Determinizm yüzde yüz etkendir. Şeyh Edebâli’de Hacı Bektaş da Kırşehirlidirler. Nitekim Türk dilini ilk güçlü savunan bilgin Ahmet, Kırşehri’de Anadolu’da Türk birlik ülküsünü şiirleştiren (sonra torunu ile ilk gerçekçi Osmanlı tarihini veren) Âşık Beşe de, bütün şehir üretmenlerinin kansız fütuhatına kucak açmalarını sağlayan Ahi Evran da hep Kırşehirlidirler. Kırşehir gelişigüzel bir kasaba değildir. Anadolu’da Bizans’a karşı ilk serhat boyu olan Kızılırmak’ın Koçbaşı gibi batıya çıkıntılı yerinde ‘Kızılelma’ ülküsüne en önde yaklaşan bir kenttir. İlhanlı ve Selçuklu çöküşünden sonraki Türk dağınıklığına karşı ilk Türk’ün birlik çığlığını yükselten, birleştirici köy ve şehir örgütleşmelerini geliştiren bir ocak Kırşehir’dir. O tarihçil devrimler çağında sık sık buluşan ermiş üçler Kırşehir’de toplaşırlardı. Şehir üretmenlerinin örgütünün başı Ahi Evren ile Türk İlb’lerinin ‘ozan’ı Âşık Beşe, o zaman debbak ahilerinin çalıştıkları Kırşehir ırmağı boyunca buluşurlar, köy üretmenleri örgütünün başı Hacı Bektaş’ı beklerler, orada ‘yârenlik’ ederlerdi. Kırşehirli Şeyh Edebâli’nin Osman’a kızını verişi gibi, o kızın karnından çıkacak çınar ağacının bütün dünyayı kaplaması rüyası da, yorumu da Kızılırmak Serhadinden Sakarya Serhaddine gelişin mitolojisidir. Bugün gerçek mitolijiler gibi, o Osmanlı ‘rüyası’ da, yalnız tarih sezilerinden kaynak almıştır. Yoksa, o anacık Babacık günlerinde kimin aklından eserdi Bursa’dan kalkıp da Kırşehir’in en ücra Suluca Karahöyük’ü önündeki Hacı Bekteş’in soluğundan yeniçeri ruhunu çıkartmak? Bütün Osmanlı orduları bu mitolojik gerçekliklerin hamuruyla yoğrulacaktır.”
BABAİ TÜRKMENLERİNİN ARDILI
Hacı Bektaş’ın, Babai İsyanı’nın hemen ardından Kırşehir yöresini yerleşme alanı olarak seçmesi kesinlikle tesadüfi olmamıştır.
Kaldı ki, bu bölgeye Babailer’den yalnızca Hacı Bektaş yerleşmemiş, yine onunla birlikte Baba İlyas’a bağlı olan Şeyh Edebali ve yine Baba İlyas’ın oğlu ve Aşık Paşa’nın babası olan Muhlis Paşa da Kırşehir yöresinde faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır.
Bunlardan Şeyh Edebali zaviyesini önce Larende’de (Karaman) açmış, sonra onu Bilecik’e göçürtmüş, Baba İlyas oğlu Mühlis Paşa da Kırşehir’de faaliyet göstermiş, sonradan torunu Elvan Çelebi tekkesini Çorum Mecitözü’ne göçürtmüştür. Tüm bunlar Kırşehir ve çevresinde ciddi bir Babai Türkmen tabanı olduğunun da işaretleridir.
Bir Menakıbnameye göre Kırşehirli Şeyh Edabali, Baba İlyas’ın öğrencilerinden olup aynı zamanda halifesidir. Babai Ayaklanmasından sonra takibe uğrayan ve göç ederek uca sığınan çok sayıda Babai dervişi gibi oda batıya gelenlerdendir.
Selçuklu sarayı resmi dilinin ve edebiyatının Farsça olduğu devirde, Türk halkı arasına girerek kadınlı erkekli toplantılarda Türk dilinin, müziğinin, şiirinin, geleneklerinin korunması ve gelişmesinde Hacı Bektaş-ı Veli’nin, bu Türk bilim ve düşün adamının büyük emeği geçmiştir.
AHİLER VE BEKTAŞİLER AYNI YOLUN YOLDAŞLARIDIR
Atatürk biyografisi ile dünya çapında ün kazanan İngiliz yazar Lord Kınross, Osmanlı Tarihi adlı yapıtında Yeniçeri ocağıyla Bektaşilik ve Ahilik arasındaki ilişkiler yönüyle şu saptamalarda bulunur:
“Hıristiyanlığın yerine, kendilerine Bektaşi tarikatının daha esnek görüşlerine dayanan bir İslamiyet öğretilirdi. Bu tarikatın kurucularından olan Orhan Bey Bursa’da onlara dergahlar yaptırmıştı. Şeyhleri Hacı Bektaş-ı Veli bütün yeniçerilerini kutsar ve üzerinde kızıl hilal ve Osman Bey’in yatağanının bulunduğu sancağı verirdi. Hırkasının yenini sıradaki ilk askerin başının üstünden geçirir ve birliğin geleceği için şöyle derdi: ‘Yüzü ak, kolu güçlü, kılıcı keskin, oku sivri olacak. Her savaştan galip çıkacak, dönmeyecek’. Bu kutsamadan sonra yeniçerilerin Ahi başlıklarını andıran beyaz keçe külahlarına Hacı Bektaş’ın hırkasının yenini simgeleyen ve ponpon yerine, tahta kepçeyle süslü bir püskül takılırdı. Yeniçeri ocağının öteki birliklerden daha yüksek bir yaşam düzeyine sahip olduklarını simgeliyordu kazan ve kepçe. Kazanı kutsal bilirler ve yalnız yemek için değil, görüşüp tartışmak içinde çevresinde toplanırlardı. Kıdemlilere verilen adlarda, aynı şekilde mutfaktan esinlenmişti: Çorbacıbaşı, Sakabaşı vb.”
Yine mensur Vilayetname’de dönemin Kırşehir’i şu özlü sözlerle anlatılır:
“Meğer ol vakit Kırşehri’nin adı Gülşehri idi. Dopdolu mescitler, camiler ve medreseler çok idi. Ma’mur şehir idi. Müderrisler ve müftüler ve alimler ve kadılar ve kamiller ile şehrin içi dopdolu idi.”
Hacı Bektaş’a ve Ahi Evran’a ve hatta Yunus’a şaşı bakanların hali; aslında sadece cumhuriyet ve kurucu önderlerimizle kan davalılık değil Anadolu kültürüyle Arap acem cephesinde hesaplaşmalarının halidir ama nafile…
“ŞEYHLİK, DERVİŞLİK, DEDELİK, SEYİTLİK, ÇELEBİLİK, MUSKACILIK, FALCILIK VE TÜRBEDARLIK”
Anadolu’yu nice acılı yüzyılların içinde devletiyle barıştırmayan devşirmelerin elinden kurtulamayan Anadolu Türkmenlerinin devletle uzlaşması ve de devletini benimsemesi, sevmesi, dahası kendinden sayması, ancak ve ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulup halifeliğin ve saltanatın kaldırılmasından, çok daha önemlisi laiklik ilkesinin benimsenmesinden sonra olmuştur.
Nitekim bu, Bektaşi, Türkmen zümreleri Kurtuluş Savaşı boyunca İngiliz mandası altında sözde egemenliklerini sürdürmeye razı olan Osmanoğulları’nın kışkırttığı iç isyanların hiçbirine katılmamış. Bunlardan birçok aydın “halifelik kaldırıldıktan, kadın erkekle aynı nispette eşitlik sağladıktan, sofu doğmacılığının ezilmiş olmasından, kısaca Cumhuriyet devrimlerinden sonra Tekkelerin varlık sebepleri ortadan kalktı.” diyebilmiştir.
…Ve artık eğitici özellik taşımayan Tekke ve zaviyeler tıpkı bugünkü “Cemaatler” gibi dinsel sömürünün, yenilik karşıtlığının simgesi olmuştur. Bu cemaatler siyasi çalışmalar içerisine girmeye hatta çatışmalarda bulunmaya ve halkın dinî duygularını kullanarak çıkar elde etmeye başladığında. Cumhuriyet Devrimleri ile Çağdaşlaşmayı amaçlayan Yeni Tipte Türk Devleti için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engelleri kaldırmaya yöneldiğinde bu durum Bektaşi tekkelerini de içine almıştır. TBMM, 30 Kasım 1925’te kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbeleri kapatmıştır. Aynı kanunla bütün tarikatlarla birlikte “şeyh, derviş, dede, mürit gibi bir takım unvanların kullanımı kaldırılmış, falcılık, büyücülük, muskacılık gibi din dışı uygulamalar” yasaklanmıştır. Halkın inançlarını kötüye kullanan dini kurumların kaldırılması ve din dışı uygulamaların yasaklanmasıyla. Türk toplumunun çağdaşlaşması yolunda önemli bir adım atılmıştır.
“Şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, muskacılık, falcılık ve türbedarlık” gibi ayrıcalık bildiren unvanlarda kaldırılmış toplumsal hayatta dinsel sınıflaşmanın önüne böylelikle set konulmuştur.
Esasen Bu gün Türk devrimlerinden geriye yönelimin ve düşmanlığın siyaset kurumuyla işbirliği içinde kök salan fetocu pislik “din simsarı cemaat Yapılanması”nın ve benzer Cemaat Yapılanmaların; Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasıyla Türk toplumunun çağdaşlaşması ve laikleşmesi yolunda önemli adımlara verdikleri tek karşılık, yine dini hayâsızca kullanarak; Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk’e karşı “Deccal”,”din düşmanı” ve “ayyaş”lık ithamları tüm ulusu yaralamaya devam etmektedir.
Önümüzde Fettullah Gülen Cemaati Terör Örgütü gibi büyük tecrübe var.
Comments
comments